Fotoğraflar
25 Mayıs 2017
24 Mayıs 2017
23 Mayıs 2017
Bandırma Kuşcenneti Festivali 1. Satranç Turnuvası
Turnuva Sayfası Yönerge
A Kategorisi sıralama
B Kategorisi Sıralama
Sonuçlar
11 Mayıs 2017
Bursa 19. Açık Satranç Turnuvası
Bursa 19. Açık Satranç Turnuvası, 12-14 Mayıs 2017, Merinos, Bursa
Turnuva Sayfası
Sıralamalar
A Kategorisi B Kategorisi C Kategorisi
Fotoğraflar
Turnuva Sayfası
Sıralamalar
A Kategorisi B Kategorisi C Kategorisi
Fotoğraflar
04 Mayıs 2017
Satranç
Oysa el topuyla satranç
arasındaki fark, ıslık çalmakla keman çalmak arasındaki fark kadar büyüktür.
Birincisinde ayak oyunları önemlidir, ikincisinde ise beyin…
Her alanda el topundan
satranca geçmek, yaşam üslubunda kıvırtmacadan, düşünceye ve yaratıcılığa
geçmek sayılabilir.
Bu nedenledir ki, çağdaş
eğitimde satranç, okullarda öğretilen bir ders olmaya başlamıştır.
Satrancın birçok özellikleri arasında en ilginç yanı, kendi
strateji ve taktiklerinde toplumsal değişimleri izlemesidir. Örneğin ortaçağda,
Vezirle Fil, Piyonlar gibi kare kare yürürlerdi. Henüz büyük deniz
yolculuklarının başlamadığı bir dönemdi o. Bunun etkisiyle İspanyol oyuncuları
Vezirle Filin menzillerini büyüttüler ve
bugünkü duruma getirdiler. Derebeyliklerin yerini merkezi krallıkların almaya
başlamasıyla da yine aynı dönemde satrançta Rok yapma hakkı benimsendi.
Rok, özel bir hakkı
kullanarak Şahın durumunu güvenceye almak demektir ve bu hakkı kullanma bazı
kurallara dayanır:
- Şahın o ana kadar hiç oynamamış olması
- Kalenin hiç oynanmamış olması
- Şahın mat tehdidi altında bulunmaması
- Rok yaparken Şahın mat tehdidi altından geçmemesi
- Şahla Kale arasındaki karelerin boşalmış olması.
Bunlar aynı zamanda bir
krallığın da kurulabilme koşullarıdır.
16. yüzyılda satranç
özellikle en çok İspanya, İtalya ve Fransa’da oynanıyordu. O ülkeler aynı
zamanda Rönesansın da beşiğiydiler.
17. yüzyılda birdenbire
yeşeren büyük düşünürlerle birlikte, satrançta da ünlü teorisyenler ortaya
çıktı. Özellikle Gioachine Greco’nun (1600-1634) geliştirdiği saldırı tekniği,
ta 19. yüzyılın ortalarına kadar geçerliliğini korudu. Greco’dan sonra 18.
yüzyılın ortalarına kadar satrançta pek bir yenilik göze çarpmıyor. O dönemler
imparatorlukların geliştiği yıllardır. Ama, birden 18. yüzyılın ortalarında
satranç dünyası büyük bir canlılık kazandı. Çünkü düşünceler genişliyor,
hızlanıyor ve Fransız devrimi yaklaşıyordu. Satrancın merkezi de Paris’teki
Regence kahvesi olmuştu. Rousseau’lar, Diderot’lar, Voltaire’ler, La Sage’lar,
Beaumarchais’ler ve daha sonra devrimci Camile Desmoulins’ler, teğmen
Bonaparte’lar, Alfred de Musset’ler bu kahvede satranç oynuyorlardı.
Ve büyük Philidor yeryüzünün
en önde gelen satranççısı oluyordu. Yazdığı “Satrancın Analizi” yapıtı, yüzyıl
boyunca önemini yitirmedi. Satranca ilk kez mantıksal analizi getiriyordu ve
ağırlığı “Değeri yüksek aletlerden” “Piyonlara” kaydırıyordu. Soylulara karşı
halk, satrançta da ağır basıyordu.
Philidor aslında müzisyendi.
Yirmi beş opera ve opera-komik bestelemişti. Yirmi dört tane de çocuk yapmıştı.
Ve de satranca halk eylemini getirmişti.
1851’de Londra’da
uluslararası ilk satranç turnuvası yapıldı. Dünyada da diplomatik ilişkiler hızlanıyordu.
Turnuvayı Alman Anderssen kazandı. Çünkü siyasette de Almanya şahlanmaya
hazırlanıyordu. 1871’de Bismarck orduları, 3. Napoleon’u Sedan’da bozguna
uğratacaklardı. 1857’de New York’taki karşlaşmayı genç bir Amerikalı olan
Morphy kazanmıştı.
1858’de Amerikalı Morphy ile
Alman Anderssen arasında bir maç ayarlandı. Morphy iki kez ardı ardına
Anderssen’i yendi. Ama ne çare ki amatörlere karşı sırtı dönük olarak sekiz
kişiyi alt eden bu Amerikan satranççısı yurduna dönünce satrancı bıraktı.
Morphy’nin özellikle açılış
tekniği rakiplerine oranla çok üstün ve çok güçlüydü. Daha başlangıçta açılma
tekniğiyle avantajı ele geçirir ve hesaplı fedakarlıklarla partiyi daima galip
bitirirdi.
Kendi gücünde olmayanları mat
etme becerisi çok ustaca ve acımasızdı.
1894’de ikinci bir Alman
dünya vitrinine çıktı: Lasker. Bir dahiydi. Satrancı sade bir dövüş olarak
benimsiyor, simetrileri daima bozuyor ve berabere kalmaktan nefret ediyordu.
1921’de Lasker’in sırtını
satranç tarihinde en az oyun kaybetmiş olmasıyla tanınan Küba’lı Capablanca
yere getirecekti.
Birinci Dünya Savaşından
sonra da birden Slavlar ön plana çıktılar. Bunların da en önünde Alekhine
geliyordu. Alekhine’in en önemli özelliği saldırıya geçmek gerektiği zaman,
geri pozisyonlarda zayıflık yaratmaktan korkmamasıydı. Ama hiçbir zaman karşısındakine bu zayıf durumdan yararlanma olanağını bırakmazdı.
1927’de Capablanca ile Buenos
Aires’te karşılaştılar. Oyun tam otuz iki parti sürdü. Maçın sonunda Alekhine dünya şampiyonu olmuştu.
Dünya Satranç tarihinde
rastlanmamış bir deliliği ve kendine göreliği vardı Alekhine’in…Oynadığı
oyunların analizini yapma olanağı bile yoktu. 1935’te şampiyonluğu Hollandalı
Euwe’e bir aralık kaptırır gibi oldu. Ruhsal bir çöküntüye düşmüştü bir an…
Ama, 1937’de yeniden şampiyonluğu ele geçirdi ve 1946’da ölünceye kadar da
elinde tuttu.
Günümüzde eşiz dev bir
satranççı olarak kabul edilen Amerikalı Robert Fischer’in Sovyet Spassky ile
oynadığı partiler, starteji olarak füzeler dönemini yansıtır…Uzun menzilli
aletler gerilerden bütün tahtayı kontrol altında tutarlar…
Yazık ki, Fischer çekilmiş
gibi görünüyor şampiyonalardan. Bütün dünya Sovyet Karpov’la karşılaşması için
yalvardığı halde çağrılara yanıt vermiyor.
Burada acıklı olan,
Türkiye’nin, satrancın en az yaygın olduğu ülkelerin başında gelmesi… Onun için
de ayak oyunları ağır basıyor bizde.
Elimde olanak bulunsa
vaktiyle cezaevinde yapmaya çalıştığım gibi satrancı yurdun en kuytu köşelerine
kadar yaymaya uğraşır; genç kuşaklara önce satranç, sonra yine satranç
öğrenmeleri için her türlü çabayı harcardım…
Belki önümüzdeki yıl Balkan
satranç turnuvası İstanbul’da oynanacak… Ne yazık ki, yerli federasyonun bunu
göğüsleyecek maddi gücü yok…
Başvurdukları önemli kişiler
de:
- İşimiz mi yok yahu., diyorlarmış. Bizim
satrançla, tavlayla uğraşacak zamanımız mı var?
Satrancı tavladan
ayıramadıklarına göre, elbet sapı da samandan ayıramayacaklardır.
Benim de kişi olarak bir
özelliğim var satrançda, o kadar sevdiğim ve vaktiyle üstünde o kadar
çalıştığım halde, bir türlü doğru dürüst oynayamamak. Yaşım otuzları geçtikten
sonra öğrendiğim için, özdeşleşemedim satrançla. Hep mat olmak için oynarım.
Başka da hiçbir oyun bilmediğim için yine sadece satranç oynarım. Cezaevi
yıllarında ona o kadar çok şey borçluyum ki… Türkiye’nin de satrancı gerçekten
sevip benimsemesiyle, bu borç bir gün ödenir belki…
Çetin Altan
24.10.1979, Milliyet
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)