23 Mayıs 2017

11 Mayıs 2017

Bursa 19. Açık Satranç Turnuvası

Bursa 19. Açık Satranç Turnuvası, 12-14 Mayıs 2017, Merinos, Bursa

Turnuva Sayfası

Sıralamalar
A Kategorisi   B Kategorisi   C Kategorisi

Fotoğraflar

04 Mayıs 2017

Satranç

Gerek dünya politikasının, gerek yerel politikaların karşılıklı hamleleri genellikle satranca benzetilir. Bizde ise, özellikle iç politika, ayrıntılı ince hesaplara, uzak görüşlere, derin analizlere pek dayanmadığı için, böylesi bir benzetmede, satrancın yerini el topu almıştır. Topu bazen Sayın Ecevit, Sayın Demirel’e atar, bazen de Sayın Demirel, Sayın Ecevit’e…

Oysa el topuyla satranç arasındaki fark, ıslık çalmakla keman çalmak arasındaki fark kadar büyüktür. Birincisinde ayak oyunları önemlidir, ikincisinde ise beyin…

Her alanda el topundan satranca geçmek, yaşam üslubunda kıvırtmacadan, düşünceye ve yaratıcılığa geçmek sayılabilir.

Bu nedenledir ki, çağdaş eğitimde satranç, okullarda öğretilen bir ders olmaya başlamıştır.

Satrancın birçok  özellikleri arasında en ilginç yanı, kendi strateji ve taktiklerinde toplumsal değişimleri izlemesidir. Örneğin ortaçağda, Vezirle Fil, Piyonlar gibi kare kare yürürlerdi. Henüz büyük deniz yolculuklarının başlamadığı bir dönemdi o. Bunun etkisiyle İspanyol oyuncuları Vezirle Filin menzillerini büyüttüler ve bugünkü duruma getirdiler. Derebeyliklerin yerini merkezi krallıkların almaya başlamasıyla da yine aynı dönemde satrançta Rok yapma hakkı benimsendi.

Rok, özel bir hakkı kullanarak Şahın durumunu güvenceye almak demektir ve bu hakkı kullanma bazı kurallara dayanır:

  1. Şahın o ana kadar hiç oynamamış olması
  2. Kalenin hiç oynanmamış olması
  3. Şahın mat tehdidi altında bulunmaması
  4. Rok yaparken Şahın mat tehdidi altından geçmemesi
  5. Şahla Kale arasındaki karelerin boşalmış olması.
Bunlar aynı zamanda bir krallığın da kurulabilme koşullarıdır.

16. yüzyılda satranç özellikle en çok İspanya, İtalya ve Fransa’da oynanıyordu. O ülkeler aynı zamanda Rönesansın da beşiğiydiler.

17. yüzyılda birdenbire yeşeren büyük düşünürlerle birlikte, satrançta da ünlü teorisyenler ortaya çıktı. Özellikle Gioachine Greco’nun (1600-1634) geliştirdiği saldırı tekniği, ta 19. yüzyılın ortalarına kadar geçerliliğini korudu. Greco’dan sonra 18. yüzyılın ortalarına kadar satrançta pek bir yenilik göze çarpmıyor. O dönemler imparatorlukların geliştiği yıllardır. Ama, birden 18. yüzyılın ortalarında satranç dünyası büyük bir canlılık kazandı. Çünkü düşünceler genişliyor, hızlanıyor ve Fransız devrimi yaklaşıyordu. Satrancın merkezi de Paris’teki Regence kahvesi olmuştu. Rousseau’lar, Diderot’lar, Voltaire’ler, La Sage’lar, Beaumarchais’ler ve daha sonra devrimci Camile Desmoulins’ler, teğmen Bonaparte’lar, Alfred de Musset’ler bu kahvede satranç oynuyorlardı.

Ve büyük Philidor yeryüzünün en önde gelen satranççısı oluyordu. Yazdığı “Satrancın Analizi” yapıtı, yüzyıl boyunca önemini yitirmedi. Satranca ilk kez mantıksal analizi getiriyordu ve ağırlığı “Değeri yüksek aletlerden” “Piyonlara” kaydırıyordu. Soylulara karşı halk, satrançta da ağır basıyordu.

Philidor aslında müzisyendi. Yirmi beş opera ve opera-komik bestelemişti. Yirmi dört tane de çocuk yapmıştı. Ve de satranca halk eylemini getirmişti.

1851’de Londra’da uluslararası ilk satranç turnuvası yapıldı. Dünyada da diplomatik ilişkiler hızlanıyordu. Turnuvayı Alman Anderssen kazandı. Çünkü siyasette de Almanya şahlanmaya hazırlanıyordu. 1871’de Bismarck orduları, 3. Napoleon’u Sedan’da bozguna uğratacaklardı. 1857’de New York’taki karşlaşmayı genç bir Amerikalı olan Morphy kazanmıştı.

1858’de Amerikalı Morphy ile Alman Anderssen arasında bir maç ayarlandı. Morphy iki kez ardı ardına Anderssen’i yendi. Ama ne çare ki amatörlere karşı sırtı dönük olarak sekiz kişiyi alt eden bu Amerikan satranççısı yurduna dönünce satrancı bıraktı.

Morphy’nin özellikle açılış tekniği rakiplerine oranla çok üstün ve çok güçlüydü. Daha başlangıçta açılma tekniğiyle avantajı ele geçirir ve hesaplı fedakarlıklarla partiyi daima galip bitirirdi.

Kendi gücünde olmayanları mat etme becerisi çok ustaca ve acımasızdı.

1894’de ikinci bir Alman dünya vitrinine çıktı: Lasker. Bir dahiydi. Satrancı sade bir dövüş olarak benimsiyor, simetrileri daima bozuyor ve berabere kalmaktan nefret ediyordu.

1921’de Lasker’in sırtını satranç tarihinde en az oyun kaybetmiş olmasıyla tanınan Küba’lı Capablanca yere getirecekti.

Birinci Dünya Savaşından sonra da birden Slavlar ön plana çıktılar. Bunların da en önünde Alekhine geliyordu. Alekhine’in en önemli özelliği saldırıya geçmek gerektiği zaman, geri pozisyonlarda zayıflık yaratmaktan korkmamasıydı. Ama hiçbir zaman karşısındakine bu zayıf durumdan yararlanma olanağını bırakmazdı.

1927’de Capablanca ile Buenos Aires’te karşılaştılar. Oyun tam otuz iki parti sürdü. Maçın  sonunda Alekhine dünya şampiyonu olmuştu.

Dünya Satranç tarihinde rastlanmamış bir deliliği ve kendine göreliği vardı Alekhine’in…Oynadığı oyunların analizini yapma olanağı bile yoktu. 1935’te şampiyonluğu Hollandalı Euwe’e bir aralık kaptırır gibi oldu. Ruhsal bir çöküntüye düşmüştü bir an… Ama, 1937’de yeniden şampiyonluğu ele geçirdi ve 1946’da ölünceye kadar da elinde tuttu.

Günümüzde eşiz dev bir satranççı olarak kabul edilen Amerikalı Robert Fischer’in Sovyet Spassky ile oynadığı partiler, starteji olarak füzeler dönemini yansıtır…Uzun menzilli aletler gerilerden bütün tahtayı kontrol altında tutarlar…

Yazık ki, Fischer çekilmiş gibi görünüyor şampiyonalardan. Bütün dünya Sovyet Karpov’la karşılaşması için yalvardığı halde çağrılara yanıt vermiyor.

Burada acıklı olan, Türkiye’nin, satrancın en az yaygın olduğu ülkelerin başında gelmesi… Onun için de ayak oyunları ağır basıyor bizde.

Elimde olanak bulunsa vaktiyle cezaevinde yapmaya çalıştığım gibi satrancı yurdun en kuytu köşelerine kadar yaymaya uğraşır; genç kuşaklara önce satranç, sonra yine satranç öğrenmeleri için her türlü çabayı harcardım…

Belki önümüzdeki yıl Balkan satranç turnuvası İstanbul’da oynanacak… Ne yazık ki, yerli federasyonun bunu göğüsleyecek maddi gücü yok…

Başvurdukları önemli kişiler de:
-  İşimiz mi yok yahu., diyorlarmış. Bizim satrançla, tavlayla uğraşacak zamanımız mı var?

Satrancı tavladan ayıramadıklarına göre, elbet sapı da samandan ayıramayacaklardır.

Benim de kişi olarak bir özelliğim var satrançda, o kadar sevdiğim ve vaktiyle üstünde o kadar çalıştığım halde, bir türlü doğru dürüst oynayamamak. Yaşım otuzları geçtikten sonra öğrendiğim için, özdeşleşemedim satrançla. Hep mat olmak için oynarım. Başka da hiçbir oyun bilmediğim için yine sadece satranç oynarım. Cezaevi yıllarında ona o kadar çok şey borçluyum ki… Türkiye’nin de satrancı gerçekten sevip benimsemesiyle, bu borç bir gün ödenir belki…

Çetin Altan
24.10.1979, Milliyet